1
uzun bir nehirdir satranç
kıvrak ve uzatarak boynunu
nice güneş batışını yerinde görmüş boynunu
oysa veba tarihçileri bilmemişlerdir
her karenin bir karşı veba girişimi olduğunu
göğe bezgin bakanların bir türlü öğrenemediği
bir oyundur satranç
evet ilk aşk gibi bir şeydir ilk açılış
artık dönüş yoktur
kuşku bağışlanmasa da
tedirginlik doğal sayılabilir
ancak
yürümenin dışında bütün eylemlerin adı
kaçış kaçış kaçıştır
çapraz özgürlüklerinde filler
acılardan yapılmış bir alanda
ne zaman ki esrirler
yazsak defterlere sığar mıydı
şah açmazında vezirin ölümcül tutkusunu
yerine göre piyon da bir tufandır
içinde hep bir vezir sürekli mahzun
düz gider çapraz vurulur ve uzun uzun
günbatımlarını çağrıştırır
hüznü uçlarından dolanıp
yalın sıçrayışlarıyla piyonlar arasından
ürkek ama cesur ama sevimli
açsa duyargalarını o tarihsel şiire
iyi bir oyuncu en çok atları sever
sen ey atını kaybeden oyuncu
bir ilkyazdan koca bir güzyontan adam
bırak oyunu
artık
öyle bir ıssızlık düşle ki içinde
yeryüzünü kişnesin
bizim atlar
2
nicoldu onca oyuncu
oyarak
ette oyuk seyirmesinden
oyun kurarlardı
kaçıp
da süleymandan
kaf dağında otururdu
anka nicoldu
o mağrur gemiler ki açıklarda
güneşin şanla her akşam ufala ufala battığı
suların kabarıp taşarak savrulduğu oradan
kesik bir insan başı gibi taşra düşüp
helak oldular
ün geldi ey iskender
çok acaip gördün ömrün tükendi
geri dön
ürktü
ki endişe
dünyadandır ve hayal hiçtir
sözü onun
…avda
yine geri dön bu son
yoksa öleceksin gurbette
dedi ses ve işitip ağladı
o koca iskender ki
tuhaf matlar yapardı
mat oldu olağan biçimde
artık anlaşılmıştır günün akşamlılığı
kesin mat yok
iyi oyun vardır sadece
ve satranç aslında dalgınların oyunudur
dalgının ölüm karşısındaki sükuneti
düşmana
ölümün dehşetinden korkuludur
eğilip o oyuncu
uzatsa boynunu buyruğa
taşlar sürüldüğünde
kaleyi buyruksuz düşündü mü kişi
demek ki bütündür sallantıda
demek ki gök de anlaşılmaz bir biçimde ölü
cinayetlerde yeryüzüne paramparça dağılmıştır
aşk ve umut dağılmıştır
koygun bir gece gibi günü kaplayan
sevgilinin gözlerindeki zeytin siyahını
o oylum oylum kabarık şiiri
kaplayan
bir şeyse buyruksuzluk
taşlar sürüldüğünde
alıp kişiyi kayalar çarpar buyruksuzluk
çağı binip
cübbesinden gözükara süvariler çıkaran
o beyaz taş oyuncusunu nerde bulmalı
tutup üzengisinden öpüp koklamalı
3
söyleyelim eBİR
ha
in
dir
eSekiz yok
yok ayrı bir düşman falan
genç çeri
ey e hattındaki budala
-Tanrım ne saflık-
bir ara dilim sürçse
de at kıskacını anlatsam
desem ki Ha-
derler ki kemik atıyor
köpek resmine bu adam
anlat
apaçık olanı
gecedir halk
etinin önünde anlam
katledilmiştir
vardın
söylemezler otlar
çok sutün düştü
nice bir taş
ne zamana yetiştin
aykırı sür
çalka
de ki ey at kıskacı kabaran
ateş almış ve ey at kıskacı
diye bağırarak
o oyuncu
oynadığında seni
konuş benimle
sana hizmet danışayım
4
hüzüm
yalındır-dağdan
aparılmış kar topakları gibi
yel ki ince
ipince bir teldir kopmuştur
insan
azar azar kopmuştur
yalnız hüznü vardır kalbi olanın
hüzün öylece orta yerdedir
tuhaf bir yarma yaşanıyordur
çepçevre şeytan kilitleri
sınav
5
bir oyuna rasgeldim
her taşı yakup hüznü
anlat
bu boşalmış at
hüzündür
yanında
kalfa
çırak
ben bir oyuncu tanıdım
daha
ataktı
gördüm ki çatlıyordu
kara kuzgun
kabusa beyaz bir su
oyuluyordu
‘ve sabır
olmasaydı
yeryüzünde
birgün
kalınabilir miydi?’
6
bu hüznün
mesnevisi yazılmadı
gürbüz tarhlar öldü
o ceylanda
bir kaç minyatür
mütekeddir
-de bana bu esrime
bu koygun minyatür yalnızlığından
başka nedir-oysa
kocamandır aşk
usanç
hep eksiler alanında
olup biten bir şeydir
parçala bu trajik geçidi
o taşı sür ey insan
taşı taş-çünkü saat
sınanan bir süreçtir ve atlar
yanıldıklarında
kaygan
o karangu duvarına çarpıp kuşkunun
düşer ölü atlar
çünkü satrançta
çünkü orada ve burada
her zaman
öğretidir zaman
aşkın da
katları vardır-kadim
kabarık bir öyküdür alınyazısı
ey aşk
elbet başındasındır bela kitabının
ne çok dilin var
gece ki anlamadı
şu anda
o
ibrahim ve ishak
yargıç yok taşı kim atacak
leyla bilmez mi gerekli olduğunu
diye döğünüp duran
gece ki ey gece
o külli aynalar
seni ararlar
ıssız bir hat fotoğrafın
dan sana çıktım
oynanan
göstermelik bir sonoyunuydu
aldandın
ağır taşlar verdik
…ve ay seni bulduğunda
yani ki kanıtladığında kendini
ben
müthiş bir başlık atacağım
şiirime
sevgili gecem diye
7
şebçerağ
söndü mü
diye bir ses
sahi şebçerağ nerde
iskender! iskender!
diye bir ünlem
bu nasıl iskender
aramaz bengisuyu
diye bir hüzün
‘hişt! dostlarıma şunu haber ver
denize açıldım
ve gemim parça parça oldu’
diye bir im
denli narindir intikam
intikam içli bir marştır gerçekte
bir ara ses aygıtını yırtarak çıkarılırdı
o şimdi
dışlanmış bir taş olarak
karlı kış gecelerinde
acılı bir genç şairin her geçişte
hüznüne tanık olduğu
metruk bir kümbet denli müşahhas
aşktır-ve o
ne rahim bir yürüyüştür gecede
(o yıllar bir ressam tanırdım
gök çizemezdi
yüksek evler yapardı yitik kadın yüzleri- bir güm
o kentin
-tarihsel bir kenttir-
o çarşısındaki hasır iskemleli kahvede
onu bir cenini çizerken ağlar gördüm
bütün öğeleri belliydi ama neden gözsüz
ama neden bir kaleden artmış kapı tokmağı gibi
ıssız ve dokunaklı
diye sormadım çünkü ben
ağlayanları severim ve güzeldir ağlamak
denebilir ki-
bir insan en çok ağlarken güzeldir
vakit de akşamdı dışarda kar vardı
kar yüzyıllardır alabildiğine vardı
insanlar doğar konardı konar göçerdi
sonra o bütün resimlerini yırttı-
birden kaybolmuştu
arıyor diye duydum bir şeyi
çağın unutturmak istediği
belki derin bir gök resmini
ye’si biçen o eşsiz kılıncı gürbüz hamleyi)
bu taşı da sürüyorum
koyar gibi o güzel yapının üstüne
ya da komaz gibi taş üstüne taş
(ben daha çok taşları mı anlıyorum nedir
ve nedir taş-
çakmak taşı satranç taşı
sapan taşı göktaşı)
reddetmek gerekiyor kimi taşları ve şeyleri
sözgelimi sapan taşını
-o göz çıkarır sadece-
ortadaki gökkasabı gökdeleni
tanrısız tecimevlerini caminin hemen önündeki
ana caddedeki aykırı kadın salınışını
yanlış konumunu gülün evlerde bahçelerde
ve hatta parklarını bile bu taş mekanın
reddetmek gerekiyor
çağa çıktığımda
kan- çoğalan bir suret ve kendini
ta içerlerde bir yerin üşüyor-duymuyormusundur
yinelenir durur -şu sanki ne diye- akşam ki
dönüp nefsini içine tuttuğun yüzündür
senin yüzün -paramparça
bölük pörçüktür
şu kuytu kalabalıkta
şu yalnızlıkta
ivedi ve kirlisarı
dişiliğini kullanıyordur kuşku
lüks oteller gibi kuşku
kuşku
(çağı deştiğimde
o yüz
diyor yoruldum -aynalar
gösterebilir mi hiç -bana sonumu
nedensiz başladım oyunculuğa
bitireceğim raslantıyla -oyunumu
dostlarım da
var -intiharlar
her akşam ıslak-yapışkan
saçlarıyla girip odama
paniğimden pay toplarlar)
azaldı
halk içinde yüzdeki ben gibiler
eldeki siğile
çıbana -etin yumuşak bir yerinden sökün eden-
döndü halk ve cüzzam ne yürüdü
ve hep bir yaprak değil miyiz ki
bir zaman yarıp çıkmak serüveninde
özdalımızı
topu topu bir mevsimi yaşarız işte
müşa’şa’ bir sonbahar figüranıyız
hepimiz de
ve cüzzam ne gün yürüdü sormalı
değil mi ki ebabil
adil
bir infazın adıdır
ve insan
-ne şu ne bu-
iyioyunundan
sorulmayacak mıdır
8
(kıstak)
her dakika
henüz ölmüş gibi ebuzer
kimsesizsindir
içlemin gamevi ay emek
kesik kesik solur
avcının elegözlü nesnesi
kaybettiğin divit -kırdır
faniliğindir o ağaç ki
zekeriya onda saklıydı
yazı ebediyyen vardır
-ortadaki göçük
içerdeki dehşet
pusudaki bungu
kıyım mahzen kan –
çok kandil kırılmış -sanki geç
herşey için – niçin
ertelenir sanır insan herşeyi
öyle sanır – yeniden han
o ölümsüzlük gibi mutantan
taş – düşmüş
vardır – orada nasılsalar öyle
apaçık
kırıktırlar
dili faldır aşkın ey taş
Satranç Dersleri, İlhami Çiçek
Kaynak: Edebiyat Dergisi Yayınları
Sanatçının bir niteliğini vurgulamak için söylenen ‘çağın tanığı olmak’ sözünü biliyoruz. Sanıyorum buradaki tanıklığı, sonucu değiştirecek bir etkinlik olarak anlamak gerekiyor. ‘Çağın tanığı’ bir sanatçı olarak ya da çağı yaşayan bir insan olarak çağımızı nasıl algılayıp yorumluyorsunuz?
Her insan çağından sorumludur. Bu bağlamda düşünüyorum ‘tanıklık’ olgusunu. İnandığım Öğreti, beni sorumluluk’la boyutlandırıyor. Çağın tanığı olmam, bu boyutun gereğidir. Saptamakla birlikte, soruşturmayı ve yargılamayı da içeren bir etkinliktir çağın tanığı olmak. Sonucu doğrudan etkiler.
Çağımız korku çağıdır. Umut’la dengelenmediği için, erdem’e yer yok bünyesinde. Korkunç bir biçimde ‘sınırsız ilerleme’ melankolisiyle başı dönmüş. Bu yüzden hiçbir kutsal tanımıyor. Maddesel ve duygusal olanı abartarak, Tanrısalı yadsıyan bir uygarlık yönlendiriyor bu çağı Batı uygarlığı. Çağdaş bilim özerklik savlarıyla aşkınlığa inanmıyor. İnsan yalnız. Bütün ilişkilerinde eşyanın gölgesi. İnsanın temel eğilimleriyle, çağın eğilimlerinin böylesine çeliştiği bir başka çağ var mı sorusu hızla gündemlere giriyor. Ben bu çağa yön veren Batı uygarlığının, çağın başlarındaki etkinliğinin kalmadığına, çöküş sürecinde bulunduğuna inanıyorum. Kokuşma öylesine yoğun ki güncel insanın da dikkatinden kaçmıyor. Artık insanlar, ahlakî ilerleme gibi duygusallıklar bir yana, maddesel bir ilerlemeden bile kuşku duyuyorlar. Madde kocamanlaştıkça kendi sonunu da hazırlıyor. Bu anlaşıldı. Ahlakî ilerlemeye başından beri kimse inanmıyordu zaten. Eşya sarasına tutuldu bir ara insan. Geçiyor işte. Tanrı gereksinimi çığ gibi büyümektedir.
Konuşmamıza başlarken ‘Her insan çağından sorumludur’ dediniz. Çağımızdaki iletişim teknolojisiyle insanın bu sorumluluğu arasında bir ilgi kurabilir miyiz?
Elbette. Çağın bir özelliği de sorumluluk kavramına evrensel bir nitelik kazandırmasıdır. Olup biten her şey anında ulaşıyor size. İletişim teknolojisi hazır. Yeryüzüyle bitişiyorsunuz âdeta. Gerçeğin dehşeti sizi kıskıvrak yakalayıveriyor. Kaçamıyorsunuz, tanıksınız. Bu da sizi bir derinleşme ve durum alma sürecine sokuyor.
Hep böyle olumlu mudur iletişim teknolojisinin sorumluluğumuz üzerindeki etkisi?
Değil tabii. Onun bu emir kulu görünümüne pek aldanmamak gerekiyor. Yaman bir dikkat avcısıdır da o. Konumunun bilincinde olamayan insanı çabucak ağına takabilir. Salt bu yüzden insanların büyük çoğunluğu dikkatlerinde özgür değillerdir. Bir insan bir kere dikkatini kaybedince bir daha zor toparlıyor kendini. İletişim de öyle yapıyor: Neyi öğrenmemiz gerektiğini belirlerken, tepkilerinize de el koymayı savsaklamıyor. Devinme alanı olarak bir kısır döngü bırakıyor önünüze. İnsan çok uyanık bulunmalı ki bu çemberden koruyabilsin kendini. Bir şeyi vurgulamak isterim burada: Bu çember sorumluluğun, konumunun bilincinde olan insan için atını coşkuyla sürebileceği bir alandır da aynı zamanda.Şiirin sanat etkinlikleri içinde özel bir önemi olmuştur hep. Çünkü şiirin iç zenginlikleri bulgulamamızda, olgunlaşmamızda, bilinçlenmemizde daha etkili olduğu kanısındayızdır. Şiire böylesi özel bir önem verdiğimize göre, insana ulaşmamızda şiir nasıl bir işlev yükleniyor?
Düzyazının sözcükleri mantıksal bir düzlemde seyreder. Etkisi de mantıksaldır. Şiirse bir yoğunlaştırmadır. Sözcükler dönüşür, içe doğru sokulgan bir yapı kazanır onda. Yaşam şiirde yoğunlaşmış olarak vardır. Bütün öteki yazı türlerinde anlatılanların özü şiirde vardır, ama o daha çok anlatılmaz olanın, sözün dile getiremediğinin arkasındadır. Sürekli içsel devingenliğimizi yorumlaması bundandır. İç serüvenimizin saydam bir parçasıdır o. Görünür gerçeği hep aşar, aşmalıdır; yoksa çürür dar açılarda, insanın özündeki bilgeliği temaşa edemeden dağılır gider. Her insanda özündeki bilgeliğe ulaşma tutkusu olduğuna inanıyorum. Şiir çok elverişli bu tutkuyu yönlendirmeye. İnsana ulaşmamızda şiir nasıl bir işlev yükleniyor diyorsunuz. Söyleyeyim: İbrahim’in yaptığını yapmak; öz’ü örten her şeyi kırmak yani.
Köklü bir şiir geleneğimiz var. Değişen koşullar önünde bu geleneğe nasıl yaklaşırsak, ondan yararlanılabilir?
Uygarlık bağlamında irdelememiz gerekiyor gelenek olgusunu. Uygarlık ki onsuz olunamayan şey’dir, gelenekler taşıyor işte bu şey’i, kuşaktan kuşağa, çağdan çağa. Şiir geleneğimiz; biçimiyle olsun, içeriğiyle olsun, uygarlığımızın ayrılmaz bir öğesidir. Bu yüzden, tarihsel şiirimizi salt bir malzeme yığını olarak değerlendirmemeliyiz, onu oluşturan özsu’yu, kendi bağlamı içinde kavramaya çalışmalıyız. Yüzyıllarca o üçleme (tekke, divan, halk) besledi bizi. Öğretimizden aldığı kanla; yaşamımızı, dünya görüşümüzü; doğum, ölüm, öte vb. olguları algılayışımızı biçimlendirdi. Tuhaf değil mi; ona karşı olanların, onu statik bir olgular bütünü diye görerek silip süpürmek, yaşamdan bütünüyle koparmak isteyenlerin bile, ondan beslendiğine tanık oluyoruz zaman zaman. Koşullar eskitemedi bu şiiri.Tarihsel şiirimizden bize kadar ulaşan bir duyarlık birikimimiz var. Yeni algılamalarımızla geliştirmeliyiz, yetkinleştirmeliyiz bu birikimi. Çağdaş şiirimizin bir türlü insanî olamayışının kökünde bu birikime yabancılık yatar. Duyarlık, duygululuk’u aşan bir şeydir. Etkindir, bir tavırdır. Algılar, ayıklanır, değerlendirilir, bir tavra dönüştürülür. Bizim duyarlığımızı, Öğretisel bütün biçimlendirir. Tarihsel şiirimiz de oradan emmiştir. Türk şiiri iki yüzyıldan beri bir duyarlık yabancılaşması şiiridir. Tabii doğrudan uygarlık seçimiyle ilgili bu da.
İçeriğinin yanı sıra biçimsel zenginliklerle de doludur şiir geleneğimiz. Yapay öykünmelere düşmeden onlardan da yararlanabilmeliyiz kuşkusuz. O öz’ü, o duyarlığı içimizde köz gibi duyumsayarak!
Çürüyen, kişiliksizleşen çağımız insanının yeniden insanîliği bulmasında sanatın, edebiyatın öncülüğüne inanıyoruz. Sanat, edebiyat bu öncülük niteliğini nereden alıyor?
Yaşadığımız kâbusun kökeninde sanatın edebiyatın yabancılaştırılması yatıyor. Fethi Gemuhluoğlu güzel söyler: ‘Kişi düştüğü yerden kalkar ayağa (…) sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşma; gene sanatla atılacak yurt dışına.’ (Bağlanma, Nuri Pakdil)Şu da var; sanatçı yoğunlaşmış ulustur. Ulusun hüznü, sevinci, tarihi, korku ve tutkuları,- geleceğe ilişkin düşleri onda yoğunlaşmış olarak vardır. işte buradan kaynaklanıyor sanat, edebiyat yapıtlarının içe işleyen, değiştiren özelliği, öncülük niteliği. Diyelim aykırı bir yaşam biçimine zorlanmış, belleği boşaltılmış, duyarlığı alınmış bir toplum var. Çabucak unutuyor her şeyi; baskıları, yıldırıları, işkenceleri… nasıl devindirilebilir bu toplum. Elbette sanatın, edebiyatın öncülüğüyle. Başka türlü insanı içinden kavramanın, sarsıp silkelemenin olanağı yok. ‘Öz’, sanat edebiyatla bilinç düzeyinde algılanabiliyor ancak. Şaşırtılmış duyargaları onararak, bir düzene sokup yönlendirebiliyor sanat ve edebiyat.
‘Satranç Dersleri’ adlı bir dizi şiirinizde satranç oyunundan yola çıkarak, tarihten kimi kesitler sunuyorsunuz. Satranç, oyun niteliğini yitirip tarihe dönüşüyor âdeta. Çağımızı, tarihin kimi geçmiş çağlarıyla benzeştirerek daha iyi anlayıp yorumlayabildiğimiz gerçeği de var. Satranç, oyun, tarih, şiir ve çağımız arasındaki bu çok boyutlu ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz?
An’lar birbirini kovalıyor ve biz buna zaman diyoruz. Narin kesit’ler… Devine devine saatleri, mevsimleri, yılları oluşturuyorlar. Hep akarlar mı böyle? Yoo, hiçte zorunlu değiller. Kesilebilir de bu akış, başa alınarak yeniden yaşatılabilir de. Ben an’ın içindeyim ve sorumluyum. Seçebilirim; bu konuda donatılarak yaratılmışım. Zaten sorumluluğum da mutlaka seçim yapmamı gerektiriyor. Görüyorum ki geride katlana katlana gelen, bana eklenen, benim ona eklediğim bir birikim var: Tarih. Seçiyorum; ben bu birikimsiz olamam. Şiir de öyle. Her şey öyle değil mi bir bakıma? İnsan, şiir,… deniz bile. Öyleyse tarihi konumlamam gerekiyor varoluş sınavından geçebilmem için. Beni sorumluluk’la boyutlandıran Öğretisel bilinçle yaklaşıyorum tarihe. Şiirin insana ulaşması, onu kalbinden kavraması da buna bağlı. Yoksa kör olur gözleri şiirin. Bir yaşantıdır, ‘bir ince akım’ı yaşamlaştırmanın uzun serüvenidir şiir. Bir ’akım’; yüzeye pek yansımayan derinlerden süren bir dalga; insanı yakan, estiren, kıpırdatan bir şey… Nuri Pakdil şöyle der Biat II’de: “Şiir ancak ‘tarihi yonta yonta’ bir akımı geçirmeye başlar.Bunu yapmak istedim ben de, ‘Satranç Dersleri’ dizi şiirinde. Tarih anlatmadım tabii. Tarih, şiir içinde duyumsatılabilir bir boyut olarak belirir ancak. İsteseniz de anlatamazsınız. Sözcüklerle yazmıyor musunuz? Oysa sözcükler, şiire girer girmez imgelere ve ritmik biçimlere dönüşürler.
Satranç oyununu kullanmam rastlantı değil. Geometrik bir tarih âdeta satranç. Yaşama tam denk düşüyor. Yaşam da bir geometridir, evet, ama epeydir yüzü çizik çizik bir ‘satıh’ görünümünde.
Bir de oyun sözcüğü… şiirli, katı, acımasız, yoğun çağrışımlı bir sözcük oyun sözcüğü. Sonra oyuncu, çağ’dır. Satranç oyununun kendisi de bir şiirdir. Oynarken bilinçle yenildiğim olur. Karşı taraf şahımı sıkıştırdıkça fevkâlade anlar yaşarım. Bütün bunlardan yararlandım elbet. Çağımdan, tarihe, Öğretiye sürekli göndermelerde bulunarak bir oyun kurmak istedim.
(*) Bu konuşma metni, bitmemiş bir biçimde İlhami ÇİÇEK’in notları arasından çıkmıştır. Kitabının yayımlanmasından hemen sonra, ‘Edebiyat Dergisi’nde yayımlanmak üzere hazırladığı anlaşılmaktadır. Soruları muhtemelen, İstanbul’daki arkadaşlarından biri yazılı olarak vermiş, kendisi de cevapları yazılı olarak hazırlamayı düşünmüş olabilir. Biz, o zamanlar, kitabı çıkan arkadaşlarımızın bir konuşmasını Edebiyat Dergisi’nde yayımlıyorduk. Bu konuşma, ölümünden çok kusa bir süre önce yapılmış olmalı. Kitabın yayımlanmasıyla ölümü arasındaki süre de çok kısadır zaten. (ih)